Baudrillard: “İmamın ordusu bir skandal değildir.”

Bu yazı 1 Nisan 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır. 
 
“İmamın ordusu” bir skandal değildir. Kesinlikle değildir. Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir. Tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. Kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa bir yaşama ve yasal bir kurum olabilme hakkına sahip olabileceğini düşünmektedir.

Örneğin, Kennedy cinayeti gerçek anlamda bir politik boyuta sahipti. Oysa Nixon ve ya Erdoğan yalnızca hayali, simüle edilmiş suikastlere hedef olabilmektedir. Çünkü onlar birer iktidar kuklası olduklarını gizleyebilmek için bu türden yapay tehditlerin yaratacağı “aura”dan (cazibe çekicilik) yararlanmak istemektedirler. Eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da).  Zaten onları güçlü kılan da buydu.  Günümüz krallarıysa ölme numarasına yatmaktadırlar. Bunu yapmalarının nedeni iktidarın avantajlarını elden kaçırmama isteğidir. Çünkü iktidar onların elinden zaten çoktan kayıp gitmiştir. Bu nedenle Türkiye’ye nükleer santral kondurulurken (çünkü yapımı için hiç kimseye danışılmamış, karardan sonra da gelen tepkiler hiç umursanmamıştır), Erdoğan suikastine yönelik güvenlik çemberine radyasyon tehlikesi de eklenmiştir.

Kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek…  İmamın ordusu “skandalı”yla kendisini baştan yaratmak isteyen iktidar budur. Çünkü piyasaya büyük bir gürültüyle düşecek olan ve artık düşmüş bu kitap, “altın bir nesil” yaratma vaad eden ve yüzde 25-30 luk kitleye sahip bir toplumsal güruhun, aynı isteğe sahip yüzde 25-30’luk başka bir güruha yönelik çağrıda bulunma oyununa dönüşmektedir.  40 Yıllık strateji, bir kitaba sıkışarak efsaneleşmektedir.

Kitap, karşıtı gibi gördüğü efendisini kutsarken, aynı zamanda dünyanın süper gücü konumundaki Büyük Türkiye’yi istemeyenlerin kitabına dönüşmektedir. Milliyetçi güruha İmam’ın büyük bir milliyetçi olduğunu hatırlatmaktadır. 10 Yıldır nasıl olur da muhalefet etmeyi becerememiş ya da muhalefet sahneleyememiş olduğuna şaşırdığımız aktörlerin (burada tv’de yer alan legal görünen tüm muhalefet grupları bir arada düşünülmelidir), yeni bir “yine”sini görüyoruz.

Küresel sermayeye iliklerine kadar bağlı olan bir iktidarın, kollektif sahnede oynanan temsilini tekrar izliyoruz. Sanki müsamerenin kreşendosuymuşcasına yaşanan politik hikayeden çıkan sonuç, bugüne kadar yapılmış tüm meşru (ve artık kimisi gayrımeşru) muhalif kanallardan alıntılarla ya da tersi yandaş olarak anılan güruh medyasından alıntılarla aynı politik kutubun içine sıkışmakta ve yine malumun ilanından başka bir şey olmamaktadır.

Bu “skandal”, Türkiye’de hiç bir suça karışmamış, tamamen demokratik kanallar aracılığıyla, kapitalizmin acımasızlığı ve üçkağıtçılığı kadar üçkağıtçı bir biçimde hareket etmiş olan ve son 30 yıllık süreçte, iktidara gelirken tüm temsili kuklalar tarafından eli eteği öpülmüş, saygıda asla kusur edilmemiş “İmam” hakkında yapılmış karalama çabalarının esasında temelden yoksun olduğunu bir kez daha ilan eden bir örneğe dönüşmektedir.

*****

Malum kitabı okumaya başlamamın üstünden fazla geçmeden Baudrillard’nın yaklaşımı aklımda belirdi. Yukarıdaki paragraflar çoğunlukla birebir, azınlıkla kendi eklemelerimle oluşuverdi. 1 Nisan şakasına benzeyen bu yazı, an itibarıyla kalem sallayan yazarların henüz yayımlanmamış ama yeni başlayan günle birlikte sayıları hızla artacak yazılardan, mesela 1 hafta sonra -yani gündemi oluşturan bu konudan gına geldiği zaman yayımlansaydı, hakkını daha layıkıyla vereceğinden eminim.

Ahmet Şık ve Nedim Şener 2007’den beri tutuklanan isimler arasında en tarafsız görünenler. Bu sebeple davanın yön değiştirdiğinden bahsedildiği de açık. Esasında kastettiğim veya rahmetli Baudrillard’nın bahsettiği, Şık’ın bu tartışmada, ergenekon kanadında yer aldığından çok, tarafsız çerçeveden ve araştırmacılığıyla bir araya getirmeye çalıştığı kitabının, birbirinin aynısı olan iki kutuplu fırıldak tarafından nasıl yaşatılacağı.

Kitap bize cemaatin uzun bir maratonla, altın nesili (artık) yetiştirdiğini ve özellikle emniyet içinde kadrolaştığını anlatıyor. Derin devlet ve kontrgerillaya karşıt bir demokrat olarak oluşturduğu ve amacı, derin devletin tasfiye edilmekten çok el değiştirdiğini vurgulamak iken, bu tavrı mevcut güruhlar tarafından nasıl anlaşılacak?

Bu kitap bir taraf için şeriatçıların iş başında olduğunu tekrar gündeme getirmek için bir bahaneyken, diğer taraf için hocaefendilerinin esasında ne kadar da büyük ekonomik, politik başarılara imza attığını -aynı anda anlatıyor. Bir taraf için cemaatin yol alırken ne gibi hile-hurdalar yapmış olabileceğini sezdirmeye çalışırken, karşıtında, bu alengirli yolları aşmanın başarı öyküsüne dönüşüyor.

Kendi yoksul veya asgari ücretli yaşamları içinde olmalarına karşın, Büyük ve ya emperyal Türkiye dendiğinde ağzının suyu akan o kadar geniş kitle varken (-ki Gülen’in amaçladığı altın nesil diye ben buna derim), dahası emperyal olabilmek için derin devlet şart iken, dahası şart olan derin devlet için toplumda öyle pek de karşıt düşünce yok iken, dahası muhakkak şart olan bu derin devletin ille de benim derin devletim olsun kavrayışı sürüyorken…. Ahmet Şık, Nedim Şener veya bizler gibi derin devlete karşı duran kimselerin düşüncesi nafile görünmektedir.

Yazımı bir müjdeyle tamamlayayım. Fethullah Gülen cemaati ülke yönetiminde söz sahibi olmak üzere çıktığı yola, her ne kadar Atatürk söylemi üzerinden radikalleşerek başlamışsa da, kat ettiği mesafede Mustafa Kemal’le barışmıştır. Hatta o kadar büyümüştür ki şuan asya ülkelerinde sahip olduğu ekonomik güçle yakında Lenin’le de barışması olasıdır. Fazla geçmeden Churchill’le de, Mao’yla da, Gandhi’yle de barışır. Çünkü küresel sermayenin ne dinle, ne de milletle ilgisi vardır. Sadece her zaman bir düşman şarttır. O sebeple ey sevgili milliyetçi arkadaşlar. Sizler Gülen cemaatiyle barışın ve düşman ortadan kalksın. Ne de olsa aynı amaçlara ve aynı ayrımcı dile sahipsiniz ve hepiniz için devletin bekası herşeyin üstünde. “Yücelik”te birlik yapın, rahat edin.

Biz de sonra kalkınma karşıtı, çokkültürcü, yerel düşünceden yana muhalefetimizle sesimizi duyurma fırsatı bulalım. Malum, sade gürültüsünüz.

(Yahu ne yazacaktım ne yazdım. Tırstım mı ne!)

muhabbetle

Adını sen koy

İlkokulda bize padişahlık kötüdür diye öğretildi. Sadece öğretilmek değil kafamıza kazındı. Ortaokulda ise tarih dersleri her sene büyük padişahların büyük bozgunlarıyla başlardı ve hepimiz coşardık. Sonrasındaysa dersler kronolojik olarak Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemine girer ve hızlı başlayan sömestr hüzünle son bulurdu. İlkokulda her sabah ezilmiş kola kutusu, gazoz kapağı ve ya basbayağı taşla, güya top oynarken, kan ter içinde sıraya sokulup, sus pus edilip, hazırolda hayatlarımız üzerine and içerken, kimi günler haylazlık edip, cetvel-tokat yediğimiz arkadaşlarımdan, kendisini sol görüşlü olarak tanımlamasına karşın, “andımız”ın kalkmasına veya kalkmasının tartışılmasına dahi fena tepki gösterenler var.

Yıllar geçerken milli tarih kafasından çıkıp, antika kitapları biraz karıştırdığımda, tarihte büyük erdemlere sahip nice krallar olduğunu gördüm. Sonra biraz sosyolojiyle, analitik yönden değerlendirince, bu anlatıların dalkavuklar tarafından yazılmış olma olasılığı ortaya çıktı. Yine de Anadolu kültürüne ilişkin ilk tarihi belge olan ve hatta daha doğuda kalan zamane Pers İmparatorluğu hakkında da bilgi veren, Yunanlı yazar Xenephenon’un Onbinlerin Dönüşü (Anabasis) isimli günlüklerinde bahsettiği, ölen imparatorun yerine geçen büyük oğul II. Artakserxes’e nazaran, (esere göre) hakkı yenilmiş küçük kardeş olan Kyros’un özellikleri beni çok etkilemiştir. Malesef ağabeyine karşı seferber ettiği Anadolu ve Yunan krallıklarından aldığı desteğe karşın savaşta ölür. Bu satırları yazarken Kadıköy’de İthaki Yayınevi basıldı. Homeros’un gözbebeği olan İthake kralı Odysseus’un erdemleri de say say bitmez.

Tarih ya da hikayeler bize sayısız kral tanıtırken, hangilerinin hükmünde yaşayan halkların, ne kadar – ne anlamda mutlu veya özgür olduğunun bilgisini pek vermez. Verse de bu bilgilere güvenilmez.

Bir de zalim krallar vardır ancak bunları tanımamız çoğunlukla onlara karşı koyan halk kahramanlarının ya da onları yok eden daha adil kralların hikayeleridir. Köroğlu’nun Bolu beyine karşı verdiği mücadele ya da hazır newruz günlerindeyken bahsedilebilecek, Firdevsi’nin anlattığı, zalim kral Dahkak’a karşı mücadele eden demirci Kawa’nın hikayesi gibi. Odysseus ise zalim Agamemnon’un yanındayken aslında onu yönetmeyi bilecek kadar akıllıdır.

*****

Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren ise tüm kavramlar başka başka tanımlanır oldu. Artık kral yerine diktatör demeye başlanır ancak yine de bir belirsizlik vardır. Politik görüntü ekonomik çıkarlar doğrultusunda bürokratik ya da diplomatik tanımlamaları değiştirir. Suudi kralı, kraldır ama Castro diktatör. Kaddafi Libya lideri olarak tanımlanır ama kimi kaynaklar diktatör der. Tarihsel anlamda sondan geriye Kaddafi, Saddam, Castro, Stalin, Mustafa Kemal. Yaşadığımız kapitalizm öğretisi içinde çoğuna sosyalist derken aşırı indirgemeci davrandığımız vurgulanmaz. Bu “krallar”ın hepsinin de farklı farklı sistemler kurduğunu ya da tanıdığımız terimlerle bahsedersek, devletçiliği, halkçılığı veya liberalizmi değişik ölçeklerde harmanlamış olduğunu görürüz. Hepsinin milliyetçi duygularla toplumlarını dışarıya kapadığı, ülkelerinin yapısına dayanarak kendine has belirlediği kıstaslarla, farklı toplumlar inşa etmeye çalıştığı görülür. Ne kadar başarılı sistemler kurup kuramadıklarını belirlemek ise bakılan çerçevelerin bolluğu nazarında imkansızdır. Örneğin Katar prensi 1974 yılında babasından tahtı devralırken yeni koyduğu kanunla 24 yaşına gelen herkese toprak veriyor. Libya hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, Kaddafi’nin ülkedeki kurum sayısını minimumda tutmaya çalıştığını duyduğumda şaşırmıştıım. Düşünün Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (SGK) çalışanların sayısını ve maaşlarını düşünürsek, işleri öğretmen, doktor, polis veya itfaiyeci memurlardan farklı olarak, sadece denetim, kontrol ve saymanlık olan kişilere her ay harcanan parayla bir çok insanın sosyal sağlık güvencesinin önü açılabilir ama hiyerarşi ve bürokrasiyi o kadar yüceltiriz ki tam tersinden bakmak imkansızlaşır.

Yılda bir kitap okuma ortalamasına sahip Türkiye’de milli tarih öğretisinin dışına çıkılması beklenemez. Henüz yaş iken, bin kez andımız okumuş bir kişinin bu öğretiyi kritik edebilmesi için ileri yaşta herhalde bin kitap okuması gereklidir. Bu kişilere “krallık neden kötüdür?” diye sorsanız, verilecek yanıt, ya eşitlik ilkesinden yola çıkarak, safahat içinde yaşamalarından rahatsızdırlar ya da krallığın demokrasiye göre saltanat biçiminde ilerlemesinden gocunmaktadırlar. Oysa kapitalizm eski kralların en alasından daha büyük krallar yaratma kaygısında olup, aynı biçimde saltanatlarının sürmesinin önüne de hiçbir engel koymamaktadır ve hatta “adalet mülkün temelidir”. Koca koca yazılan bu sözden hangi sosyal sınıf ne anlamaktadır acaba?

Liderlik mekanizmalarına karşı duran yeşil düşünce içinden elbette krallığa övgü sunacak değilim, değiliz. Fakat endüstriyalizm, bürokrasi ve hiyerarşiyi yücelten kapitalizm yanında, kimi zaman krallıkların alternatif yönetim biçimleri (bence) sempatik de durabilmektedir.

Libya meselesi üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Öylesine basmakalıp düşünceler içinde bilgisinden şaşmaz, emin ve ketum tavırlarla, ya bir kalemde diktatör diyenler ya da bir kalemde saldırıyı kınayanları görünce insan denen mefhumun kibrine hayran kalıyorum. Sahi Libya hakkında ne biliyor olabilirler ki?

Yıllar evvel uzun süreli Tolstoy okumalarım sırasında insan hakkında bir düşünce zihnimde belirdi. Sanki devrim yaklaştığında, insanlar kendi küçük çeperleri içinde etrafı tırmalamaya başlarlar. Ağızlarından hangi sözün çıktığının bir önemi yoktur. Yalnızca o güne kadar yaptıklarından memnun değillerdir ve tam tersi ne ise, onu yapmaya başlarlar.

Arap ülkelerinde bir devrim çağrısı büyüdükçe büyüyor. Wikileaks belgelerinin ardından patlayan bu süreçten tüm iktidarlar korkuyor. Hedefler belliymiş gibi yansıtılıyor. Krallar… Köroğlu yaşadığı toplumdaki adaletsizliğin hesabını o bölgenin kralından sorabiliyordu. Ne de olsa kral ya da bey, o bölgenin yönetiminin cisimleşmiş karşılığıydı. O zamanlarda adaletsizliğin hesabını krallara sorabilirdiniz. Oysa kapitalizm hedefi saklamıştır. Kapitalizm içinde adaletsizliğin hesabını sorabileceğiniz bir kişi artık yoktur. Kurumlar vardır. Atını kime karşı süreceksin, kılıcını kime doğrultacaksın?

Medyadaki tüm entelektüel zırvalıklar bir noktayı es geçiyor. Arap ülkelerindeki ayaklanma yalnızca 20-30 yıllık kralları indirmek için değil… Herkesin zaten bildiği gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan “Assange soytarısı”na kayıtsız kalamamanın, gelişen iletişim araçları ölçeğinde, Zizek’in söylediği gibi doğrudan demokrasiyi yaşatabilmek adına ve henüz örneği olmayan bu kavramı gerçeğe dönüştürmek üzere kendimizi seferber etmemizin çağrısı.

Bana öyle geliyor ki veya umudum; Mübarek gitse de, Kaddafi indirilse de insanlar etraflarını tırmalamaya devam edecekler. Bu basit sus paylarını yutmayacaklar. Peki doğrudan demokrasiyi nasıl yaşatacağız? Nasıl organize edeceğiz? Tüm bu tartışmalardan çıkarılacak tek yapıcı soru bu olsa gerek…

Yeşil Gazete’nin okunurluğu her geçen gün artıyor. Artık haberleri Yeşil Gazete’den takip eden geniş bir kitle var. Ekibimiz gönüllü olarak çalışıyor ve uğraş verenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Online gazetemizde amacımız yazar – okur alışkanlıklarını değiştirip interaktif bir sürece sokmak. Aslında çok basit. Misal, bu yazıma bir isim veremedim ama Oğuz Atay’ın yıllar önceki çaresizliği artık yok. “Ben buradayım ey okur, (ya sen nerdesin?)” Sence bu yazının adı ne?

Muhabbetle…

Bu yazı 25 Mart 2011 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır. 

(: Hoşçakal AkP.



Bülent Arınç'tan hayat derslerini duydunuz mu?

“Hayat içki ve seksten ibaret değil”miş.

Yüce devletimizin temsilcisi muhterem şahıs, hayatın ne olmadığı yanında, bir de, ne olduğunu söyleseydi de tam olsaydı. Hani biz hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini bilmiyor değiliz ya, belki yeni bir şey öğrenmiş olurduk.

Mesela hayat; vatan-millet uğruna şehit namıyla ölmek -ama yine de ölmek midir acaba?

Ya da hayat; şerri hükümler çerçevesinde bu hayatta yaşamamak -ama öbür tarafta gırla yaşamak üzere bir yatırım mıdır?

Belki de hayat devlete saygı duymak, o ne istiyorsa vermektir. Böylece lanetler ettiğimiz Amerikan emperyal tavırlarına benzer biçimde emperyalleşme çabasına girmek ve buna sevinmenin  ikiyüzlü ahlakıdır.

Kim bilir belki de hayat; astlarının isteklerini görmezden gelip, üstlerinin sözünden ise çıkılmaması gereken hiyerarşi içinde varlığını sürdürme çabasıdır. Bu hayat içinde; işe gidip gelmek, elektrik-su-telefon-doğalgaz-internet ve kira faturalarını yetiştirmeye çalışmak, “yaşamak” demektir.

Hayat; belki de hayaldir. Hep ötelenen emeklilik zamanının gelmesini düşleyerek beklenen... Emeğinin sömürülmesi amacıyla evcilleştirilmiş, dünyanın en tehlikeli canlısı olan insanın bu sömürüden mızmızlanarak uzaklaşma gayretidir.

Öyle değilse bile modernite içinde hayat, herhalde en çok; tüm bu keşmekeşten uzaklaşmak üzere, sahip olunan bir gün içindeki bir kaç saat, bir hafta içindeki bir gün ve nihayet, bir yıl içindeki 3-5 günün değerini bimek, rahatlamak ve gevşeyebilmek üzere bencilce davranmaktır.

*******

Bu tartışmalar bilindiği üzere alkol yasağıyla birlikte geldi. Bahanesi ise kimi başka ülkelerde de bu tarz yasaklar olmasıyla örtüldü. Oysa Ümit Şahin'in yazdığı gibi alkol kullanımının aşırı dereceye yükseldiği bir ülkede yaşamıyoruz. Zaten pek içilmeyen ve içkinin, diğer ülkelerle kıyaslandığında aşırı pahalı olduğu bir ülkedeyiz. Bu durumun sağlık boyutu ise, esas ekonomik temelli yani yüksek fiyatların sebep olduğu; kör eden rakılar, köpek-öldürenler, free-shop kuyrukları ve kaçak mı değil mi bilinmeyen şişeler üzerinden tartışılsa daha anlamlı olmaz mıydı?

******

Hep söylemişimdir. “Ülkeye sigara yasağı gelmedi. Sigara sadece vapurların açık alanlarında yasaklandı.” Belki istenen de, elbette fiyatlara zam getirmenin yanında, sadece buydu. Bir düşünün haksız olmadığımı göreceksiniz.

Şimdiki yasak ise elbette kar etmenin yanında iki amaca sahip;

Birincisi bu yasak küresel kartellerin bakkalların işini bitirmek üzere son ve yeni hamlesi. Temizlik malzemelerinin, muhtelif gıdaların ve daha bir çok ihtiyacın karşılandığı alışveriş merkezlerinin; artık, sadece gündelik ihtiyaçların karşılandığı süt, yoğurt, ekmek satan kahraman küçük esnafların elinden, o küçük pazar payını da alma girişimidir. Bakkal için küçük ama onlar için toplamda büyük pazar payının... Bilindiği üzere küçük esnaflardan, bir de, tütün ve alkol ürünleri, soğuk soğuk ve denk fiyatlarla karşılanabilmekteydi. Amaç esnafa, ya alkol, ya ekmek tercihi yaptırıp son darbeyi vurmak. Üstelik alkol demesi halinde fişleneceği garanti olduğu gibi, ekmek demesi halinde de batması garanti.

Bırakın kır düğünü, catering tartışmalarını allansen. Bu yasağın ikinci hedefi ise gençlik müzik festivalleri...

Yeşil Gazete’de geçen yaz festival haberciliği yapmıştım. Festival derken, yalnızca gençlik müzik festivallerini içeren, hem etkinliklerin haberini verdiğim hem de daha sonra etkinliklerde yaşananları aktardığım bir yazı dizisiydi. Bu festivallerin Türkiye gibi bir ülkede, gençlere “nasıl yaşanması gerektiğini öğretmeye çalışanlara”  karşı protesto niteliği taşıdığını vurgulamaya çalışmıştım. Çünkü 60'larda 80'lerde eylem alanlarında yükselen örgütlenmeler, günümüzde “ancak” şehir dışındaki festival alanlarında yaşanır oldu. Bunda ise kasvetli solcu dilinin etkisi büyük. Bir zamanlar eylem alanlarında eğlenen ve yaşayan insanlar günümüzde sırf dünyayı ya da memleketi kurtarmak amacındaki politikliğe sıcak bakmıyor. -Ki bu tavır yapay kalıyor, inandırmıyor. Bu sebeple bakılmaması da doğal zaten. Bu festivallerde ise gençler, ellerinde biraları ile iktidarlara küfürler etti. Modernitenin ve dinin baskısı altında yaşayan gençler özgürlüklerinin tadını çıkardı. İlginç olan ise hiç politik olmayan festivallerde bile, yeri geldiğinde, iktidardakiler sağlam küfürler yediler.

Anlaşılan gençlik müzik festivallerine DUR demenin zamanı gelmiş. Bu konu inceden Efes Pilsen One Love Festivali’nin sponsorluk meselesiyle dile getirildi ama esas sorun o festivalden daha öte. Eğer yaşınız 18 – 24 arasındaysa ve geçtiğimiz yıllarda herhangi bir müzik festivaline katıldıysanız biliniz ki siz, artık, "-kötü”sünüz. Dahası gençlere kötü örnek oluyorsunuz, bu sebeple cezalandırılmanız gerekir. Hatta sizi cezalandıran herhangi biri olursa memlekete hayırlı bir iş yapmış olacaktır. Bu festivallere onbinlerce genç katıldı ve sayıları her geçen gün artan organizasyonlarla bu rakamın kat be kat fazlası eğlencenin, özgürlüğün tadını çıkardı. Şimdi ise YASSAK. Artık kanun var. Örneğin bu yassak barlarda işlemeye başladı ama tabi ki denetimi gerçekleşmeyecek ve her şey nasılsa öyle devam edecek. Tek fark artık içenler yasadışı kalmış olacak ve yassak sadece festivallerin gerçekleşmesini engellemiş olacak.

İşte, bu yassak bir meydan okumadır. Bu hükümetin, vatandaşının elinden hukuki yönden “istediği gibi yaşama hakkı”nı alarak yaptığı bir meydan okuma... Neye mi güveniyor? Kolluk kuvvetleri yanında çıkardıkları silah yasasına. Eğer içki içerseniz yani “gençlere kötü örnek” olursanız, yasalar artık sizin arkanızda değil. Gerek polis, gerek kendisini "ağabey" ilan etmiş akranlarınız  canınıza okur. Okuma hakkına sahiptir. Parkta içen gençleri öldüren polis vakası hatırlanacaktır. Eski yasayla istemeye istemeye de olsa ceza alan o polisler artık suçlu değil. Suçlu olan mahallesinin parkında içen gençler oldu. Devlet “kötü”nün tanımını yaptı. Ve eğer içiyorsanız artık yasa dışısınız. Hadi sıkıyosa iç! İç de rengini belli et.

Diyorlar ya hani şeriat geliyor diye... Şeriat çoktan geldi, şeriatın içinde yaşıyoruz. 3 yıl önce R. Tayyip E. rejimi açıkladı muhafazakar demokrasi diye. Bu söz yurtdışında yankı buldu ama bizler uyanamadık. Şimdi ise rutin bir sözcüğe dönüştü.

Bir de Arınç’a sözüm var. O kadar kaba bir şekilde dillendirmesek de, biliriz ki bu dünyada insana düşen yemek, içmek, şarkılar söylemek, danslar etmek, oyunlar oynamak, sevmek, sevişmektir. İnsanca yaşamak bunlar demektir. Aynı dünyayı paylaştığı tüm canlılarla birlikte. Daha ne olacaktı ki? Şimdi Platon, Kant, Schiller, Nietzsche diyecem ama siz onları tanımazsınız. Yabancı onlar. Tübe tübe

29 Ocak’ta (yarın) eylem var, her yerde... Kadehinizi kaldırmayı unutmayın. Bir de okkalı küfür sallayın, ve şuan iktidarda bulunanlara kahkahalarla gülün. Neden mi? Çünkü Marx ve Engels’i anarak; içinde yaşadığımız baskıyı mezara göndermek için gülmek ve tüm bu baskıyı yaratanlara neşeli bir HOŞÇAKAL demeliyiz.

( : HOŞÇAKAL AkP.
                                                                                                                                                                                     
Yeşil Gazete Yaşam Sayfası Editörü
Yeşil Politika Yazıları