Adını sen koy

İlkokulda bize padişahlık kötüdür diye öğretildi. Sadece öğretilmek değil kafamıza kazındı. Ortaokulda ise tarih dersleri her sene büyük padişahların büyük bozgunlarıyla başlardı ve hepimiz coşardık. Sonrasındaysa dersler kronolojik olarak Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemine girer ve hızlı başlayan sömestr hüzünle son bulurdu. İlkokulda her sabah ezilmiş kola kutusu, gazoz kapağı ve ya basbayağı taşla, güya top oynarken, kan ter içinde sıraya sokulup, sus pus edilip, hazırolda hayatlarımız üzerine and içerken, kimi günler haylazlık edip, cetvel-tokat yediğimiz arkadaşlarımdan, kendisini sol görüşlü olarak tanımlamasına karşın, “andımız”ın kalkmasına veya kalkmasının tartışılmasına dahi fena tepki gösterenler var.

Yıllar geçerken milli tarih kafasından çıkıp, antika kitapları biraz karıştırdığımda, tarihte büyük erdemlere sahip nice krallar olduğunu gördüm. Sonra biraz sosyolojiyle, analitik yönden değerlendirince, bu anlatıların dalkavuklar tarafından yazılmış olma olasılığı ortaya çıktı. Yine de Anadolu kültürüne ilişkin ilk tarihi belge olan ve hatta daha doğuda kalan zamane Pers İmparatorluğu hakkında da bilgi veren, Yunanlı yazar Xenephenon’un Onbinlerin Dönüşü (Anabasis) isimli günlüklerinde bahsettiği, ölen imparatorun yerine geçen büyük oğul II. Artakserxes’e nazaran, (esere göre) hakkı yenilmiş küçük kardeş olan Kyros’un özellikleri beni çok etkilemiştir. Malesef ağabeyine karşı seferber ettiği Anadolu ve Yunan krallıklarından aldığı desteğe karşın savaşta ölür. Bu satırları yazarken Kadıköy’de İthaki Yayınevi basıldı. Homeros’un gözbebeği olan İthake kralı Odysseus’un erdemleri de say say bitmez.

Tarih ya da hikayeler bize sayısız kral tanıtırken, hangilerinin hükmünde yaşayan halkların, ne kadar – ne anlamda mutlu veya özgür olduğunun bilgisini pek vermez. Verse de bu bilgilere güvenilmez.

Bir de zalim krallar vardır ancak bunları tanımamız çoğunlukla onlara karşı koyan halk kahramanlarının ya da onları yok eden daha adil kralların hikayeleridir. Köroğlu’nun Bolu beyine karşı verdiği mücadele ya da hazır newruz günlerindeyken bahsedilebilecek, Firdevsi’nin anlattığı, zalim kral Dahkak’a karşı mücadele eden demirci Kawa’nın hikayesi gibi. Odysseus ise zalim Agamemnon’un yanındayken aslında onu yönetmeyi bilecek kadar akıllıdır.

*****

Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren ise tüm kavramlar başka başka tanımlanır oldu. Artık kral yerine diktatör demeye başlanır ancak yine de bir belirsizlik vardır. Politik görüntü ekonomik çıkarlar doğrultusunda bürokratik ya da diplomatik tanımlamaları değiştirir. Suudi kralı, kraldır ama Castro diktatör. Kaddafi Libya lideri olarak tanımlanır ama kimi kaynaklar diktatör der. Tarihsel anlamda sondan geriye Kaddafi, Saddam, Castro, Stalin, Mustafa Kemal. Yaşadığımız kapitalizm öğretisi içinde çoğuna sosyalist derken aşırı indirgemeci davrandığımız vurgulanmaz. Bu “krallar”ın hepsinin de farklı farklı sistemler kurduğunu ya da tanıdığımız terimlerle bahsedersek, devletçiliği, halkçılığı veya liberalizmi değişik ölçeklerde harmanlamış olduğunu görürüz. Hepsinin milliyetçi duygularla toplumlarını dışarıya kapadığı, ülkelerinin yapısına dayanarak kendine has belirlediği kıstaslarla, farklı toplumlar inşa etmeye çalıştığı görülür. Ne kadar başarılı sistemler kurup kuramadıklarını belirlemek ise bakılan çerçevelerin bolluğu nazarında imkansızdır. Örneğin Katar prensi 1974 yılında babasından tahtı devralırken yeni koyduğu kanunla 24 yaşına gelen herkese toprak veriyor. Libya hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, Kaddafi’nin ülkedeki kurum sayısını minimumda tutmaya çalıştığını duyduğumda şaşırmıştıım. Düşünün Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (SGK) çalışanların sayısını ve maaşlarını düşünürsek, işleri öğretmen, doktor, polis veya itfaiyeci memurlardan farklı olarak, sadece denetim, kontrol ve saymanlık olan kişilere her ay harcanan parayla bir çok insanın sosyal sağlık güvencesinin önü açılabilir ama hiyerarşi ve bürokrasiyi o kadar yüceltiriz ki tam tersinden bakmak imkansızlaşır.

Yılda bir kitap okuma ortalamasına sahip Türkiye’de milli tarih öğretisinin dışına çıkılması beklenemez. Henüz yaş iken, bin kez andımız okumuş bir kişinin bu öğretiyi kritik edebilmesi için ileri yaşta herhalde bin kitap okuması gereklidir. Bu kişilere “krallık neden kötüdür?” diye sorsanız, verilecek yanıt, ya eşitlik ilkesinden yola çıkarak, safahat içinde yaşamalarından rahatsızdırlar ya da krallığın demokrasiye göre saltanat biçiminde ilerlemesinden gocunmaktadırlar. Oysa kapitalizm eski kralların en alasından daha büyük krallar yaratma kaygısında olup, aynı biçimde saltanatlarının sürmesinin önüne de hiçbir engel koymamaktadır ve hatta “adalet mülkün temelidir”. Koca koca yazılan bu sözden hangi sosyal sınıf ne anlamaktadır acaba?

Liderlik mekanizmalarına karşı duran yeşil düşünce içinden elbette krallığa övgü sunacak değilim, değiliz. Fakat endüstriyalizm, bürokrasi ve hiyerarşiyi yücelten kapitalizm yanında, kimi zaman krallıkların alternatif yönetim biçimleri (bence) sempatik de durabilmektedir.

Libya meselesi üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Öylesine basmakalıp düşünceler içinde bilgisinden şaşmaz, emin ve ketum tavırlarla, ya bir kalemde diktatör diyenler ya da bir kalemde saldırıyı kınayanları görünce insan denen mefhumun kibrine hayran kalıyorum. Sahi Libya hakkında ne biliyor olabilirler ki?

Yıllar evvel uzun süreli Tolstoy okumalarım sırasında insan hakkında bir düşünce zihnimde belirdi. Sanki devrim yaklaştığında, insanlar kendi küçük çeperleri içinde etrafı tırmalamaya başlarlar. Ağızlarından hangi sözün çıktığının bir önemi yoktur. Yalnızca o güne kadar yaptıklarından memnun değillerdir ve tam tersi ne ise, onu yapmaya başlarlar.

Arap ülkelerinde bir devrim çağrısı büyüdükçe büyüyor. Wikileaks belgelerinin ardından patlayan bu süreçten tüm iktidarlar korkuyor. Hedefler belliymiş gibi yansıtılıyor. Krallar… Köroğlu yaşadığı toplumdaki adaletsizliğin hesabını o bölgenin kralından sorabiliyordu. Ne de olsa kral ya da bey, o bölgenin yönetiminin cisimleşmiş karşılığıydı. O zamanlarda adaletsizliğin hesabını krallara sorabilirdiniz. Oysa kapitalizm hedefi saklamıştır. Kapitalizm içinde adaletsizliğin hesabını sorabileceğiniz bir kişi artık yoktur. Kurumlar vardır. Atını kime karşı süreceksin, kılıcını kime doğrultacaksın?

Medyadaki tüm entelektüel zırvalıklar bir noktayı es geçiyor. Arap ülkelerindeki ayaklanma yalnızca 20-30 yıllık kralları indirmek için değil… Herkesin zaten bildiği gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan “Assange soytarısı”na kayıtsız kalamamanın, gelişen iletişim araçları ölçeğinde, Zizek’in söylediği gibi doğrudan demokrasiyi yaşatabilmek adına ve henüz örneği olmayan bu kavramı gerçeğe dönüştürmek üzere kendimizi seferber etmemizin çağrısı.

Bana öyle geliyor ki veya umudum; Mübarek gitse de, Kaddafi indirilse de insanlar etraflarını tırmalamaya devam edecekler. Bu basit sus paylarını yutmayacaklar. Peki doğrudan demokrasiyi nasıl yaşatacağız? Nasıl organize edeceğiz? Tüm bu tartışmalardan çıkarılacak tek yapıcı soru bu olsa gerek…

Yeşil Gazete’nin okunurluğu her geçen gün artıyor. Artık haberleri Yeşil Gazete’den takip eden geniş bir kitle var. Ekibimiz gönüllü olarak çalışıyor ve uğraş verenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Online gazetemizde amacımız yazar – okur alışkanlıklarını değiştirip interaktif bir sürece sokmak. Aslında çok basit. Misal, bu yazıma bir isim veremedim ama Oğuz Atay’ın yıllar önceki çaresizliği artık yok. “Ben buradayım ey okur, (ya sen nerdesin?)” Sence bu yazının adı ne?

Muhabbetle…

Bu yazı 25 Mart 2011 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.