Baudrillard: “İmamın ordusu bir skandal değildir.”

Bu yazı 1 Nisan 2011 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır. 
 
“İmamın ordusu” bir skandal değildir. Kesinlikle değildir. Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir. Tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. Kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa bir yaşama ve yasal bir kurum olabilme hakkına sahip olabileceğini düşünmektedir.

Örneğin, Kennedy cinayeti gerçek anlamda bir politik boyuta sahipti. Oysa Nixon ve ya Erdoğan yalnızca hayali, simüle edilmiş suikastlere hedef olabilmektedir. Çünkü onlar birer iktidar kuklası olduklarını gizleyebilmek için bu türden yapay tehditlerin yaratacağı “aura”dan (cazibe çekicilik) yararlanmak istemektedirler. Eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da).  Zaten onları güçlü kılan da buydu.  Günümüz krallarıysa ölme numarasına yatmaktadırlar. Bunu yapmalarının nedeni iktidarın avantajlarını elden kaçırmama isteğidir. Çünkü iktidar onların elinden zaten çoktan kayıp gitmiştir. Bu nedenle Türkiye’ye nükleer santral kondurulurken (çünkü yapımı için hiç kimseye danışılmamış, karardan sonra da gelen tepkiler hiç umursanmamıştır), Erdoğan suikastine yönelik güvenlik çemberine radyasyon tehlikesi de eklenmiştir.

Kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek…  İmamın ordusu “skandalı”yla kendisini baştan yaratmak isteyen iktidar budur. Çünkü piyasaya büyük bir gürültüyle düşecek olan ve artık düşmüş bu kitap, “altın bir nesil” yaratma vaad eden ve yüzde 25-30 luk kitleye sahip bir toplumsal güruhun, aynı isteğe sahip yüzde 25-30’luk başka bir güruha yönelik çağrıda bulunma oyununa dönüşmektedir.  40 Yıllık strateji, bir kitaba sıkışarak efsaneleşmektedir.

Kitap, karşıtı gibi gördüğü efendisini kutsarken, aynı zamanda dünyanın süper gücü konumundaki Büyük Türkiye’yi istemeyenlerin kitabına dönüşmektedir. Milliyetçi güruha İmam’ın büyük bir milliyetçi olduğunu hatırlatmaktadır. 10 Yıldır nasıl olur da muhalefet etmeyi becerememiş ya da muhalefet sahneleyememiş olduğuna şaşırdığımız aktörlerin (burada tv’de yer alan legal görünen tüm muhalefet grupları bir arada düşünülmelidir), yeni bir “yine”sini görüyoruz.

Küresel sermayeye iliklerine kadar bağlı olan bir iktidarın, kollektif sahnede oynanan temsilini tekrar izliyoruz. Sanki müsamerenin kreşendosuymuşcasına yaşanan politik hikayeden çıkan sonuç, bugüne kadar yapılmış tüm meşru (ve artık kimisi gayrımeşru) muhalif kanallardan alıntılarla ya da tersi yandaş olarak anılan güruh medyasından alıntılarla aynı politik kutubun içine sıkışmakta ve yine malumun ilanından başka bir şey olmamaktadır.

Bu “skandal”, Türkiye’de hiç bir suça karışmamış, tamamen demokratik kanallar aracılığıyla, kapitalizmin acımasızlığı ve üçkağıtçılığı kadar üçkağıtçı bir biçimde hareket etmiş olan ve son 30 yıllık süreçte, iktidara gelirken tüm temsili kuklalar tarafından eli eteği öpülmüş, saygıda asla kusur edilmemiş “İmam” hakkında yapılmış karalama çabalarının esasında temelden yoksun olduğunu bir kez daha ilan eden bir örneğe dönüşmektedir.

*****

Malum kitabı okumaya başlamamın üstünden fazla geçmeden Baudrillard’nın yaklaşımı aklımda belirdi. Yukarıdaki paragraflar çoğunlukla birebir, azınlıkla kendi eklemelerimle oluşuverdi. 1 Nisan şakasına benzeyen bu yazı, an itibarıyla kalem sallayan yazarların henüz yayımlanmamış ama yeni başlayan günle birlikte sayıları hızla artacak yazılardan, mesela 1 hafta sonra -yani gündemi oluşturan bu konudan gına geldiği zaman yayımlansaydı, hakkını daha layıkıyla vereceğinden eminim.

Ahmet Şık ve Nedim Şener 2007’den beri tutuklanan isimler arasında en tarafsız görünenler. Bu sebeple davanın yön değiştirdiğinden bahsedildiği de açık. Esasında kastettiğim veya rahmetli Baudrillard’nın bahsettiği, Şık’ın bu tartışmada, ergenekon kanadında yer aldığından çok, tarafsız çerçeveden ve araştırmacılığıyla bir araya getirmeye çalıştığı kitabının, birbirinin aynısı olan iki kutuplu fırıldak tarafından nasıl yaşatılacağı.

Kitap bize cemaatin uzun bir maratonla, altın nesili (artık) yetiştirdiğini ve özellikle emniyet içinde kadrolaştığını anlatıyor. Derin devlet ve kontrgerillaya karşıt bir demokrat olarak oluşturduğu ve amacı, derin devletin tasfiye edilmekten çok el değiştirdiğini vurgulamak iken, bu tavrı mevcut güruhlar tarafından nasıl anlaşılacak?

Bu kitap bir taraf için şeriatçıların iş başında olduğunu tekrar gündeme getirmek için bir bahaneyken, diğer taraf için hocaefendilerinin esasında ne kadar da büyük ekonomik, politik başarılara imza attığını -aynı anda anlatıyor. Bir taraf için cemaatin yol alırken ne gibi hile-hurdalar yapmış olabileceğini sezdirmeye çalışırken, karşıtında, bu alengirli yolları aşmanın başarı öyküsüne dönüşüyor.

Kendi yoksul veya asgari ücretli yaşamları içinde olmalarına karşın, Büyük ve ya emperyal Türkiye dendiğinde ağzının suyu akan o kadar geniş kitle varken (-ki Gülen’in amaçladığı altın nesil diye ben buna derim), dahası emperyal olabilmek için derin devlet şart iken, dahası şart olan derin devlet için toplumda öyle pek de karşıt düşünce yok iken, dahası muhakkak şart olan bu derin devletin ille de benim derin devletim olsun kavrayışı sürüyorken…. Ahmet Şık, Nedim Şener veya bizler gibi derin devlete karşı duran kimselerin düşüncesi nafile görünmektedir.

Yazımı bir müjdeyle tamamlayayım. Fethullah Gülen cemaati ülke yönetiminde söz sahibi olmak üzere çıktığı yola, her ne kadar Atatürk söylemi üzerinden radikalleşerek başlamışsa da, kat ettiği mesafede Mustafa Kemal’le barışmıştır. Hatta o kadar büyümüştür ki şuan asya ülkelerinde sahip olduğu ekonomik güçle yakında Lenin’le de barışması olasıdır. Fazla geçmeden Churchill’le de, Mao’yla da, Gandhi’yle de barışır. Çünkü küresel sermayenin ne dinle, ne de milletle ilgisi vardır. Sadece her zaman bir düşman şarttır. O sebeple ey sevgili milliyetçi arkadaşlar. Sizler Gülen cemaatiyle barışın ve düşman ortadan kalksın. Ne de olsa aynı amaçlara ve aynı ayrımcı dile sahipsiniz ve hepiniz için devletin bekası herşeyin üstünde. “Yücelik”te birlik yapın, rahat edin.

Biz de sonra kalkınma karşıtı, çokkültürcü, yerel düşünceden yana muhalefetimizle sesimizi duyurma fırsatı bulalım. Malum, sade gürültüsünüz.

(Yahu ne yazacaktım ne yazdım. Tırstım mı ne!)

muhabbetle

Adını sen koy

İlkokulda bize padişahlık kötüdür diye öğretildi. Sadece öğretilmek değil kafamıza kazındı. Ortaokulda ise tarih dersleri her sene büyük padişahların büyük bozgunlarıyla başlardı ve hepimiz coşardık. Sonrasındaysa dersler kronolojik olarak Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemine girer ve hızlı başlayan sömestr hüzünle son bulurdu. İlkokulda her sabah ezilmiş kola kutusu, gazoz kapağı ve ya basbayağı taşla, güya top oynarken, kan ter içinde sıraya sokulup, sus pus edilip, hazırolda hayatlarımız üzerine and içerken, kimi günler haylazlık edip, cetvel-tokat yediğimiz arkadaşlarımdan, kendisini sol görüşlü olarak tanımlamasına karşın, “andımız”ın kalkmasına veya kalkmasının tartışılmasına dahi fena tepki gösterenler var.

Yıllar geçerken milli tarih kafasından çıkıp, antika kitapları biraz karıştırdığımda, tarihte büyük erdemlere sahip nice krallar olduğunu gördüm. Sonra biraz sosyolojiyle, analitik yönden değerlendirince, bu anlatıların dalkavuklar tarafından yazılmış olma olasılığı ortaya çıktı. Yine de Anadolu kültürüne ilişkin ilk tarihi belge olan ve hatta daha doğuda kalan zamane Pers İmparatorluğu hakkında da bilgi veren, Yunanlı yazar Xenephenon’un Onbinlerin Dönüşü (Anabasis) isimli günlüklerinde bahsettiği, ölen imparatorun yerine geçen büyük oğul II. Artakserxes’e nazaran, (esere göre) hakkı yenilmiş küçük kardeş olan Kyros’un özellikleri beni çok etkilemiştir. Malesef ağabeyine karşı seferber ettiği Anadolu ve Yunan krallıklarından aldığı desteğe karşın savaşta ölür. Bu satırları yazarken Kadıköy’de İthaki Yayınevi basıldı. Homeros’un gözbebeği olan İthake kralı Odysseus’un erdemleri de say say bitmez.

Tarih ya da hikayeler bize sayısız kral tanıtırken, hangilerinin hükmünde yaşayan halkların, ne kadar – ne anlamda mutlu veya özgür olduğunun bilgisini pek vermez. Verse de bu bilgilere güvenilmez.

Bir de zalim krallar vardır ancak bunları tanımamız çoğunlukla onlara karşı koyan halk kahramanlarının ya da onları yok eden daha adil kralların hikayeleridir. Köroğlu’nun Bolu beyine karşı verdiği mücadele ya da hazır newruz günlerindeyken bahsedilebilecek, Firdevsi’nin anlattığı, zalim kral Dahkak’a karşı mücadele eden demirci Kawa’nın hikayesi gibi. Odysseus ise zalim Agamemnon’un yanındayken aslında onu yönetmeyi bilecek kadar akıllıdır.

*****

Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren ise tüm kavramlar başka başka tanımlanır oldu. Artık kral yerine diktatör demeye başlanır ancak yine de bir belirsizlik vardır. Politik görüntü ekonomik çıkarlar doğrultusunda bürokratik ya da diplomatik tanımlamaları değiştirir. Suudi kralı, kraldır ama Castro diktatör. Kaddafi Libya lideri olarak tanımlanır ama kimi kaynaklar diktatör der. Tarihsel anlamda sondan geriye Kaddafi, Saddam, Castro, Stalin, Mustafa Kemal. Yaşadığımız kapitalizm öğretisi içinde çoğuna sosyalist derken aşırı indirgemeci davrandığımız vurgulanmaz. Bu “krallar”ın hepsinin de farklı farklı sistemler kurduğunu ya da tanıdığımız terimlerle bahsedersek, devletçiliği, halkçılığı veya liberalizmi değişik ölçeklerde harmanlamış olduğunu görürüz. Hepsinin milliyetçi duygularla toplumlarını dışarıya kapadığı, ülkelerinin yapısına dayanarak kendine has belirlediği kıstaslarla, farklı toplumlar inşa etmeye çalıştığı görülür. Ne kadar başarılı sistemler kurup kuramadıklarını belirlemek ise bakılan çerçevelerin bolluğu nazarında imkansızdır. Örneğin Katar prensi 1974 yılında babasından tahtı devralırken yeni koyduğu kanunla 24 yaşına gelen herkese toprak veriyor. Libya hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, Kaddafi’nin ülkedeki kurum sayısını minimumda tutmaya çalıştığını duyduğumda şaşırmıştıım. Düşünün Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (SGK) çalışanların sayısını ve maaşlarını düşünürsek, işleri öğretmen, doktor, polis veya itfaiyeci memurlardan farklı olarak, sadece denetim, kontrol ve saymanlık olan kişilere her ay harcanan parayla bir çok insanın sosyal sağlık güvencesinin önü açılabilir ama hiyerarşi ve bürokrasiyi o kadar yüceltiriz ki tam tersinden bakmak imkansızlaşır.

Yılda bir kitap okuma ortalamasına sahip Türkiye’de milli tarih öğretisinin dışına çıkılması beklenemez. Henüz yaş iken, bin kez andımız okumuş bir kişinin bu öğretiyi kritik edebilmesi için ileri yaşta herhalde bin kitap okuması gereklidir. Bu kişilere “krallık neden kötüdür?” diye sorsanız, verilecek yanıt, ya eşitlik ilkesinden yola çıkarak, safahat içinde yaşamalarından rahatsızdırlar ya da krallığın demokrasiye göre saltanat biçiminde ilerlemesinden gocunmaktadırlar. Oysa kapitalizm eski kralların en alasından daha büyük krallar yaratma kaygısında olup, aynı biçimde saltanatlarının sürmesinin önüne de hiçbir engel koymamaktadır ve hatta “adalet mülkün temelidir”. Koca koca yazılan bu sözden hangi sosyal sınıf ne anlamaktadır acaba?

Liderlik mekanizmalarına karşı duran yeşil düşünce içinden elbette krallığa övgü sunacak değilim, değiliz. Fakat endüstriyalizm, bürokrasi ve hiyerarşiyi yücelten kapitalizm yanında, kimi zaman krallıkların alternatif yönetim biçimleri (bence) sempatik de durabilmektedir.

Libya meselesi üzerine çok şey yazılıp çiziliyor. Öylesine basmakalıp düşünceler içinde bilgisinden şaşmaz, emin ve ketum tavırlarla, ya bir kalemde diktatör diyenler ya da bir kalemde saldırıyı kınayanları görünce insan denen mefhumun kibrine hayran kalıyorum. Sahi Libya hakkında ne biliyor olabilirler ki?

Yıllar evvel uzun süreli Tolstoy okumalarım sırasında insan hakkında bir düşünce zihnimde belirdi. Sanki devrim yaklaştığında, insanlar kendi küçük çeperleri içinde etrafı tırmalamaya başlarlar. Ağızlarından hangi sözün çıktığının bir önemi yoktur. Yalnızca o güne kadar yaptıklarından memnun değillerdir ve tam tersi ne ise, onu yapmaya başlarlar.

Arap ülkelerinde bir devrim çağrısı büyüdükçe büyüyor. Wikileaks belgelerinin ardından patlayan bu süreçten tüm iktidarlar korkuyor. Hedefler belliymiş gibi yansıtılıyor. Krallar… Köroğlu yaşadığı toplumdaki adaletsizliğin hesabını o bölgenin kralından sorabiliyordu. Ne de olsa kral ya da bey, o bölgenin yönetiminin cisimleşmiş karşılığıydı. O zamanlarda adaletsizliğin hesabını krallara sorabilirdiniz. Oysa kapitalizm hedefi saklamıştır. Kapitalizm içinde adaletsizliğin hesabını sorabileceğiniz bir kişi artık yoktur. Kurumlar vardır. Atını kime karşı süreceksin, kılıcını kime doğrultacaksın?

Medyadaki tüm entelektüel zırvalıklar bir noktayı es geçiyor. Arap ülkelerindeki ayaklanma yalnızca 20-30 yıllık kralları indirmek için değil… Herkesin zaten bildiği gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan “Assange soytarısı”na kayıtsız kalamamanın, gelişen iletişim araçları ölçeğinde, Zizek’in söylediği gibi doğrudan demokrasiyi yaşatabilmek adına ve henüz örneği olmayan bu kavramı gerçeğe dönüştürmek üzere kendimizi seferber etmemizin çağrısı.

Bana öyle geliyor ki veya umudum; Mübarek gitse de, Kaddafi indirilse de insanlar etraflarını tırmalamaya devam edecekler. Bu basit sus paylarını yutmayacaklar. Peki doğrudan demokrasiyi nasıl yaşatacağız? Nasıl organize edeceğiz? Tüm bu tartışmalardan çıkarılacak tek yapıcı soru bu olsa gerek…

Yeşil Gazete’nin okunurluğu her geçen gün artıyor. Artık haberleri Yeşil Gazete’den takip eden geniş bir kitle var. Ekibimiz gönüllü olarak çalışıyor ve uğraş verenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Online gazetemizde amacımız yazar – okur alışkanlıklarını değiştirip interaktif bir sürece sokmak. Aslında çok basit. Misal, bu yazıma bir isim veremedim ama Oğuz Atay’ın yıllar önceki çaresizliği artık yok. “Ben buradayım ey okur, (ya sen nerdesin?)” Sence bu yazının adı ne?

Muhabbetle…

Bu yazı 25 Mart 2011 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır. 

(: Hoşçakal AkP.



Bülent Arınç'tan hayat derslerini duydunuz mu?

“Hayat içki ve seksten ibaret değil”miş.

Yüce devletimizin temsilcisi muhterem şahıs, hayatın ne olmadığı yanında, bir de, ne olduğunu söyleseydi de tam olsaydı. Hani biz hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini bilmiyor değiliz ya, belki yeni bir şey öğrenmiş olurduk.

Mesela hayat; vatan-millet uğruna şehit namıyla ölmek -ama yine de ölmek midir acaba?

Ya da hayat; şerri hükümler çerçevesinde bu hayatta yaşamamak -ama öbür tarafta gırla yaşamak üzere bir yatırım mıdır?

Belki de hayat devlete saygı duymak, o ne istiyorsa vermektir. Böylece lanetler ettiğimiz Amerikan emperyal tavırlarına benzer biçimde emperyalleşme çabasına girmek ve buna sevinmenin  ikiyüzlü ahlakıdır.

Kim bilir belki de hayat; astlarının isteklerini görmezden gelip, üstlerinin sözünden ise çıkılmaması gereken hiyerarşi içinde varlığını sürdürme çabasıdır. Bu hayat içinde; işe gidip gelmek, elektrik-su-telefon-doğalgaz-internet ve kira faturalarını yetiştirmeye çalışmak, “yaşamak” demektir.

Hayat; belki de hayaldir. Hep ötelenen emeklilik zamanının gelmesini düşleyerek beklenen... Emeğinin sömürülmesi amacıyla evcilleştirilmiş, dünyanın en tehlikeli canlısı olan insanın bu sömürüden mızmızlanarak uzaklaşma gayretidir.

Öyle değilse bile modernite içinde hayat, herhalde en çok; tüm bu keşmekeşten uzaklaşmak üzere, sahip olunan bir gün içindeki bir kaç saat, bir hafta içindeki bir gün ve nihayet, bir yıl içindeki 3-5 günün değerini bimek, rahatlamak ve gevşeyebilmek üzere bencilce davranmaktır.

*******

Bu tartışmalar bilindiği üzere alkol yasağıyla birlikte geldi. Bahanesi ise kimi başka ülkelerde de bu tarz yasaklar olmasıyla örtüldü. Oysa Ümit Şahin'in yazdığı gibi alkol kullanımının aşırı dereceye yükseldiği bir ülkede yaşamıyoruz. Zaten pek içilmeyen ve içkinin, diğer ülkelerle kıyaslandığında aşırı pahalı olduğu bir ülkedeyiz. Bu durumun sağlık boyutu ise, esas ekonomik temelli yani yüksek fiyatların sebep olduğu; kör eden rakılar, köpek-öldürenler, free-shop kuyrukları ve kaçak mı değil mi bilinmeyen şişeler üzerinden tartışılsa daha anlamlı olmaz mıydı?

******

Hep söylemişimdir. “Ülkeye sigara yasağı gelmedi. Sigara sadece vapurların açık alanlarında yasaklandı.” Belki istenen de, elbette fiyatlara zam getirmenin yanında, sadece buydu. Bir düşünün haksız olmadığımı göreceksiniz.

Şimdiki yasak ise elbette kar etmenin yanında iki amaca sahip;

Birincisi bu yasak küresel kartellerin bakkalların işini bitirmek üzere son ve yeni hamlesi. Temizlik malzemelerinin, muhtelif gıdaların ve daha bir çok ihtiyacın karşılandığı alışveriş merkezlerinin; artık, sadece gündelik ihtiyaçların karşılandığı süt, yoğurt, ekmek satan kahraman küçük esnafların elinden, o küçük pazar payını da alma girişimidir. Bakkal için küçük ama onlar için toplamda büyük pazar payının... Bilindiği üzere küçük esnaflardan, bir de, tütün ve alkol ürünleri, soğuk soğuk ve denk fiyatlarla karşılanabilmekteydi. Amaç esnafa, ya alkol, ya ekmek tercihi yaptırıp son darbeyi vurmak. Üstelik alkol demesi halinde fişleneceği garanti olduğu gibi, ekmek demesi halinde de batması garanti.

Bırakın kır düğünü, catering tartışmalarını allansen. Bu yasağın ikinci hedefi ise gençlik müzik festivalleri...

Yeşil Gazete’de geçen yaz festival haberciliği yapmıştım. Festival derken, yalnızca gençlik müzik festivallerini içeren, hem etkinliklerin haberini verdiğim hem de daha sonra etkinliklerde yaşananları aktardığım bir yazı dizisiydi. Bu festivallerin Türkiye gibi bir ülkede, gençlere “nasıl yaşanması gerektiğini öğretmeye çalışanlara”  karşı protesto niteliği taşıdığını vurgulamaya çalışmıştım. Çünkü 60'larda 80'lerde eylem alanlarında yükselen örgütlenmeler, günümüzde “ancak” şehir dışındaki festival alanlarında yaşanır oldu. Bunda ise kasvetli solcu dilinin etkisi büyük. Bir zamanlar eylem alanlarında eğlenen ve yaşayan insanlar günümüzde sırf dünyayı ya da memleketi kurtarmak amacındaki politikliğe sıcak bakmıyor. -Ki bu tavır yapay kalıyor, inandırmıyor. Bu sebeple bakılmaması da doğal zaten. Bu festivallerde ise gençler, ellerinde biraları ile iktidarlara küfürler etti. Modernitenin ve dinin baskısı altında yaşayan gençler özgürlüklerinin tadını çıkardı. İlginç olan ise hiç politik olmayan festivallerde bile, yeri geldiğinde, iktidardakiler sağlam küfürler yediler.

Anlaşılan gençlik müzik festivallerine DUR demenin zamanı gelmiş. Bu konu inceden Efes Pilsen One Love Festivali’nin sponsorluk meselesiyle dile getirildi ama esas sorun o festivalden daha öte. Eğer yaşınız 18 – 24 arasındaysa ve geçtiğimiz yıllarda herhangi bir müzik festivaline katıldıysanız biliniz ki siz, artık, "-kötü”sünüz. Dahası gençlere kötü örnek oluyorsunuz, bu sebeple cezalandırılmanız gerekir. Hatta sizi cezalandıran herhangi biri olursa memlekete hayırlı bir iş yapmış olacaktır. Bu festivallere onbinlerce genç katıldı ve sayıları her geçen gün artan organizasyonlarla bu rakamın kat be kat fazlası eğlencenin, özgürlüğün tadını çıkardı. Şimdi ise YASSAK. Artık kanun var. Örneğin bu yassak barlarda işlemeye başladı ama tabi ki denetimi gerçekleşmeyecek ve her şey nasılsa öyle devam edecek. Tek fark artık içenler yasadışı kalmış olacak ve yassak sadece festivallerin gerçekleşmesini engellemiş olacak.

İşte, bu yassak bir meydan okumadır. Bu hükümetin, vatandaşının elinden hukuki yönden “istediği gibi yaşama hakkı”nı alarak yaptığı bir meydan okuma... Neye mi güveniyor? Kolluk kuvvetleri yanında çıkardıkları silah yasasına. Eğer içki içerseniz yani “gençlere kötü örnek” olursanız, yasalar artık sizin arkanızda değil. Gerek polis, gerek kendisini "ağabey" ilan etmiş akranlarınız  canınıza okur. Okuma hakkına sahiptir. Parkta içen gençleri öldüren polis vakası hatırlanacaktır. Eski yasayla istemeye istemeye de olsa ceza alan o polisler artık suçlu değil. Suçlu olan mahallesinin parkında içen gençler oldu. Devlet “kötü”nün tanımını yaptı. Ve eğer içiyorsanız artık yasa dışısınız. Hadi sıkıyosa iç! İç de rengini belli et.

Diyorlar ya hani şeriat geliyor diye... Şeriat çoktan geldi, şeriatın içinde yaşıyoruz. 3 yıl önce R. Tayyip E. rejimi açıkladı muhafazakar demokrasi diye. Bu söz yurtdışında yankı buldu ama bizler uyanamadık. Şimdi ise rutin bir sözcüğe dönüştü.

Bir de Arınç’a sözüm var. O kadar kaba bir şekilde dillendirmesek de, biliriz ki bu dünyada insana düşen yemek, içmek, şarkılar söylemek, danslar etmek, oyunlar oynamak, sevmek, sevişmektir. İnsanca yaşamak bunlar demektir. Aynı dünyayı paylaştığı tüm canlılarla birlikte. Daha ne olacaktı ki? Şimdi Platon, Kant, Schiller, Nietzsche diyecem ama siz onları tanımazsınız. Yabancı onlar. Tübe tübe

29 Ocak’ta (yarın) eylem var, her yerde... Kadehinizi kaldırmayı unutmayın. Bir de okkalı küfür sallayın, ve şuan iktidarda bulunanlara kahkahalarla gülün. Neden mi? Çünkü Marx ve Engels’i anarak; içinde yaşadığımız baskıyı mezara göndermek için gülmek ve tüm bu baskıyı yaratanlara neşeli bir HOŞÇAKAL demeliyiz.

( : HOŞÇAKAL AkP.
                                                                                                                                                                                     
Yeşil Gazete Yaşam Sayfası Editörü
Yeşil Politika Yazıları

     
 

Felaket tellalı




Kehanetler… Fırsat bu fırsat döktürmeli…


Bir zamanlar bilgi sahibi olmanın anlamı geleceği görme yetisiyle aynıydı. Hatta o çerçeveden bakınca 200 yıllık sosyal bilim çalışmaları bir anda koftileşiyor. “Varsa yoksa geçmişi eşeleyen, ölçen, tartan bilimin ne anlamı var ki?” diye sorulması muhtemel.  Sağolsun Foucault Amca ömrü boyunca, varını yoğunu koyarak, bir kamyon tersten kitap yazarak, olayı geçmişten çıkarıp anca “şimdi”yi tartışmak gerekliliğine getirebildi. Anlayan anladı, anlamayan anlamadı.

Gelecek bilinebilir mi? Geleceği bilemeyecek ne var? Günümüz zaten plan-program çağı olmuş; bir hafta, bir ay, 3 ay, 5 ay derken ajanda doldurmayı biliriz ama gelecek bilinir mi denince herkes ahkam keser. Gelecek bilinemez diye. Rasyonel tarafları şişer, rasyonalite budalalarının…
Yahu gelecek bilinemez olsaydı Amerika’nın petrol şirketi Antarktika buzullarının altındaki petrolü almak için şimdiden imzayı atar mıydı? Belli işte buzulların eriyeceği… ama eridiğinde bunu göremeyecek milyarların olması da pek muhtemel…

Devletlerin, şirketlerin 30 – 50 yıllık kalkınma stratejileri varken ve bunların oluşturdukları karteller dünyadaki geniş kitlelerin ümmüğünü sıkmış, masal masal içinde anlatırken, kitlelerin nasıl hareket etmeyeceklerini biliyorlarsa, gelecek de o kadar basit biçimde bilinebilir.

40’lı – 50’li yıllarda sosyal bilim camiası, etnik ve dini motiflerin insanları manipule ettiğini bariz gerçeklik olarak kabul ettiğinde ya da bilim insanları komunistleştiğinde, Amerika’da üniversitelerin içinin boşaltılması ya da komunist avı da başlamıştı. Neden? Çünkü devletler ve şirketler geleceğin kendileri için pek de aydınlık olmadığını farketmişti. Şimdi ise tüm dünyada akademi iktisatçılık oldu. İktisatçılık ise yanlış anlaşılmasın Marxist “sermaye paylaşımı”ndan değil, Keynesyen “rekabet ve altta kalanın canı çıksın” düşüncesinden hareket ediyor… Tam da istenildiği gibi… Çünkü gelecek bilindiği kadar kurgulanmaya da müsait.
Gelecek, geçmişte de bilinmiştir. Aynı stratejiler, örneğin 1. Dünya savaşı, tee 1890 yılında anlaşmalarla sabitlenmiş, 25 yıl sonra başlayacak petrol savaşları için ittifaklar kurulmuştu…. Ama gencecik çocuklar iman gücüyle ölüme koşturulduğunda bu anlaşmalardan habersizdi.

Baudrillard 1980 yılında artık tamamen kurgulanmış yeni bir çağa girdik derken yaşadığımız science-fiction dünyayı tarif ediyordu. Post-modern cümlelerle…

Velhasıl gelecek bilinebilir.. Burası anlaşıldı herhal…

Eh madem öyle, 2011 kehanetlerimi ayrıca seçim ve anayasa yorumumu yapayım…

Dinle okuyucu bu paragraflarda hakikati bulacaksın.

Meclisten silah yasası geçti. Herkes beş tabanca, bir pompalı tüfek sahibi olabilecek, bunlardan ikisini belinde taşıyabilecek. Ee peki gelecek? Bunu bilemeyecek ne var? Sahnede silah varsa patlar, patlamalı!…

Geleceği Burhan Kuzu da haber verdi. Yediği yumurtalardan aldığı protein aklıyla, gençlere nasihatinde “protesto etmeyin, yazıktır size. Yok ille de protesto ederseniz dayağı yer oturursunuz” dediğinde, bu sözü dinleyen kitleler tonton bir öğütçü görüyorlarsa yazık. Çünkü aslında Kuzu, sopasıyla geleceği gösteriyor.

Daha faşist bir savunma bakanı savunmamız güçlensin diye, daha ehil bir eğitim bakanı gençleri evcilleştirmek için, daha bayan bir aile bakanı kadınları hanımlaştırmak için, daha adil bir adalet bakanı hakkını isteyene, diğerleri isteyemezken, eşitlik sebebiyle kendi hakkını da isteyemeyeceğini öğretecek.

Bu yıl yine devlet kendi vatandaşını öldürüp, savaş uçağından çekilen bombardıman görüntüleriyle reklamını yapıp başka ülkelere silah satma kaygısında olabilir ya da eski görüntüler aracılığıyla bu yılı sadece pazar ekonomisine yönlendirebilir.

Gelelim seçime…

Seçim zamanı yaklaşırken koca bir seçim rüzgarı esecek, sanki hala farklı bir şey olabilirmiş gibi bir duygu ile insanlar tv üzerinden hipnotize edilecek.  Seçim anketleri bildik tv ve medya aygıtlarında, bir o şirket, bir bu şirket tarafından küçük farklarla tartışılır ve “yok onunki doğru, yok bununki yanlış”, “ama daha kararsızlar var” derken, seçim sonuçları açıklandığında herkesin zaten bildiği gelecek, tekrar karşımızda olacak. Seçimler yaklaşırken yeni anayasanın herkesi kucaklayacağını gırla ve hiç durmadan şiirlerle süsleyerek anlatan Tayyip ve saz ekibi, seçim sonucunda tek başına iktidar olacak. O süreçte ilginç sürprizler nedense hep AkP iktidarına yarayacak.

Öteki günlerde ise “yahu anayasa için ille de batıya bakmak zorunda değiliz” diyecekler. “Batı zaten çöktü” diyecekler. “Avrupa Birliği’ne ne ihtiyacımız olacak bea” diyecekler. Yok Malezya’nın anayasası, yok Afganistan, yok Brezilya, yok Çin derken bizim kendi örf ve adetlerimiz gereğince “kendi anayasamızı kendimiz yazarız huleeen, kimseden akıl almamıza gerek yok” diyecek ve ilk maddesinin kalkınmak olduğu, her Türkün asker doğduğu, gelecek nesillere gül bırakmalı falan fişmekan diyerekten, “Türk milleti kemer sıkmasını en iyi bilen millettir.” ilk madde olacak. Derken Fethullah’ın underground kayıtları, Atatürk söylemleri, İsmet İnönü, Ecevit, Musa, İsa, Muhammed derken bu paradigmanın mükemmel olduğu alınan referanslar ölçeğinde, tarihsel söylemlerle de kesinleşecek. Kimsede niye bunları referans aldın diye soramaz. İsimlere baksanıza…

Ağzı açık olayı izleyen vatandaş, sabah 6:00’da kalkıp işine gitmesi gerektiğinden ve akşam yorgunlukla aynı tartışmanın Sansür Yiğit Bulut versiyonunu izleyerek gözleri kapanırken belki inceden Yeşil Gazete’nin fısıltılarına ulaşabilecek. Ama naparsın ki maval gelecek.

Yahu çok üzüldüm, çok pesimist oldu. Okura yazık.. Azcık da umut, teselli lazım. Belki bir söylem değişir, gelecek değişir. Belki dil gerçeği yaratır. Gerçeği değiştirir.

İnceden inceye dünyanın geleceğine umut bağlamıyor değilim. Bu belki gerçek, belki oksijenin kafa yapıcı etkisidir ama bazen iyi şeyler de oluyormuş gibi geliyor. Size de öyle geliyordur. Bazen yani,…  arada bir,…. ve çoğunlukla sıkı bir nefes aldıktan sonra…

Şahsen nefes almalarım, iktidar kuklalarının hikayesini dizi tadında izlerken beliriyor. “Eneee, bunların bildik kalitesiz dizilerden farkı yok” dediğimde, bir kahkaha patlatıyorum, rahatlıyorum. Nietzsche aklıma geliyor. “Güldürmeyen hakikat, hakikat değildir.” diye. Heh tamam işte bu adamlar esasında gerçek değil, bu felaketler de bir o kadar…

2012 yılına taşar mı bilmem ama 2011’de Fethullah Gülen’in aslında 7 sene önce ölmüş olduğunu öğreneceğiz. Tayyip’inde aslında bir bilgisayar programı olduğunu, meydanlarda attığı duygu dolu ama alabildiğine asabi nutukların dublörler tarafından oynandığını öğreneceğiz ya da bu şekilde düşünmenin daha anlamlı olacağını…
Bu adamlara 2011 yılında daha fazla gülüp, nasıl bu kadar uyduruk olabildiklerine daha fazla şaşıracağız. Onlar tv kahramanı olmaya devam etsin, insanlar yedikleri gıdaların tat vermediğini bu sene daha çok teyit edecek. Sürekli borçlu yaşayan insanlar, “Allahım benim ne günahım vardı?” diyecek. Üzücü belki ama Allah’tan hayır gelmediğini biraz daha farkedecek.

Yok salgın hastalık, yok temiz su sıkıntısı, ne içerdiği bilinmeyen gıdalar derken, sistemden kaçmak isteyenler, kaçılacak yerlerin de zaten satılmış olduğunu, değil nehir, dere bile kalmadığını farkedecek. Şehirlerde ise bu yıl temiz hava satışı başlayabilir. Daha doğrusu temiz hava satışını gerçekleştirecek mekanizmayı kursalar, Keynesyen ekonomi anında havaya zehir saçmak gerektiğini bilimsel anlamda ortaya koyar.

Bu felaketten kurtulmak isteyen insanlar, yine bir kurtarıcı beklerken “yahu ne çekiyorsak zaten kurtarıcılardan çekiyoruz”u biraz daha farkedecek.

Sırf marjinallik olsun diye marjinal olanların, yaptığı eylem ve söylemlere biraz daha kendisini yakın hissedecek. Kuklaların kokuşmuşluğunu farkeden insanlar marjinallerin saflığına biraz daha samimiyet duyacak. “Bari bende bi şekil marjinal olayım” diyecek. Çok marjinal bir istekle mesela “dereler özgür aksın” diyecek. cıkcıkcık…

Herşey yavaş yavaş olacak. Felaketlerin içinde radyoyu, tv’yi biraz daha kapatacağız. İntenette sosyal paylaşım sitelerinde her insanın farklı olduğunu, her düşünce biçimine saygı duyulması gerektiğini isteyerek veya istemeyerek öğreneceğiz. İnsanlar biraz biraz sosyal derneklere gidecek, elin cemaati hiç kaynak sıkıntısı çekmezken, renkli ve farkındalık uyandıracak bir eylem için balon alacak paranın olmadığını görecek çağdaş sosyal derneklerde.

Felaketler gümbür gümbür gelip, hem Türkiye’de hem dünyada korku imparatorluğunu teyit ederken, insanlar kendi basit ve sıradan insanlıklarını kabul edecek, üzerine bastığı dünyayı biraz daha duyumsayacak. Yüzünü güneşe dönecek. Dünyanın her tarafında yükselen yeşil düşünceyi destekleyecek. Liderlerden, sultanlardan bıkmışlığıyla doğrudan demokrasinin anlamını farkedecek, sürdürülebilir bir dünya istediğini haykıran insanların sınır ötesi mücadelesini duyumsayacak.

Çünkü tek umut bu.

Bu yazı 30 Aralık tarihinde "Yeşil Gazete - 2011 Kehanetleri" özel dizisinde yayımlanmıştır. 


.

Yumurta, ayakkap ve samimiyet

Bu yazı 9 Aralık 2010 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır. 


“Bak terlik geliyoo…” anonim.


Bir kaç gün önce Yeşiller Partisi olarak yaptığımız açıklamada İstanbul Emniyet Müdürü Çapkın ve İç İşleri Bakanı Atalay’ı istifaya çağırdık. Sebep malum; sorumlusu oldukları polisler anne karnındaki bir bebeği öldürmüşler ve bir çok kişinin de ağzını, burnunu kırmışlardı.

Yalnızca biz mi? Birçok parti, sivil toplum kuruluşu, entelektüel ve sanatçı da demokratik yollardan aynı veya benzer beyanlarda bulundu. Sonuç;

Başbakan açıklama yaptı. Polis görevini yapmış. Bu gençlerin ne olduğu zaten sırtlarına geçirdikleri parkalarından belliymiş. Molotof kokteyline izin verilmezmiş… Sonra da demokrasi dersi veriyor. Her şeyin yolu yordamı varmış.

Peki yolunca yordamınca gelen eleştirileri, iktidarın lideri ne kadar düzünden anlıyor ki? Ya da iktidar demokratik yollardan kendisini ifade etmek isteyen görüşler için, seçim barajını kaldırmaya yönelik en ufak bir hamle yaptı mı? Çağdaş modellerdeki gibi; STK’ların, sendikaların iktidara demokratik yollarla yaptırım uygulayabileceği, yönetimde söz sahibi olduğu zemine yönelik herhangi bir girişim oldu da biz mi duymadık?
Yaşanan son gelişmelerde; kim ne söyledi, kim nasıl anladı? Görüntülerde biz ne izledik, başbakan ve danışmanları ne izledi?

Ortada bariz bir iletişim sorunu var. Sanırsın aynı dünyada yaşamıyoruz.  Zaten aynı dünyada yaşamıyoruz, mesele de bu!

Onlar birer tv kahramanı… Çizgi roman kahramanı gibi bir şey. Karşınıza geçmiş bıkbıkbık konuşuyorlar. Siz onu duyuyorsunuz ama o sizi duymuyor. Küfrediyorsunuz neden duymuyor diye? Anlıyorsunuz ki tv böyle bişey.

Sonra aynı ekranın içinde bir başkası sizin düşüncelerinize ayna tutuyor. Heh diyorsunuz beni duymasa da onu duyuyor olmalı. Fakat onu da duymuyor. Duyması için bir yaptırım yok ki?

Zaten o sebeple değil mi? Gerek Türkiye’de gerek dünyada, seslerini duyurmak isteyen insanlar alternatif eylem modelleri üzerine kafa yoruyorlar.

İlk El-Zeydi ile gözlerimiz parlayıverdi. Ayakkabı hedefi bulmadı ama, Bush eğildi. Anlayacağınız “Zeki Müren de bizi gördü.”

O zamanlar tv’de muhabirler simgebilimcilere sordu: “Ayakkabı fırlatmak ne demek?” diye.

Onlar da yanıtladı: “Karşındakini en aşağı görmek”, “yerin dibine sokma girişimi” diye. Çok akıllıca bir yorum. Bravo.

Bu mantıkla dün atılan yumurtalar da karşındakini henüz olgunlaşmamış ya da çocuk olarak görmek olsa gerek. Bu yorumların haklılık payı yok değil…

Bu girişimlerin esas anlamı, yanılsamayı (inlusio) kırmak.

Bugün biliyoruz ki basit-komünal toplumlarda, farklı farklı biçimlerde olsa da, toplumlar kabile şeflerini genellikle yılda bir gün “adam” ederlerdi. Ve o şefler buna boyun eğerdi. Uygulamalar farklıdır. Ancak genellikle lideri çırılçıplak soyar ve eşşek sudan gelinceye kadar döverlerdi. Bu uygulama ile onlara, onların da birer insan olduğu öğretilirdi. Vereceği kararlarda senin benim gibi insan olduklarını akıllarından çıkarmamaları için yaparlardı. Esasında bu uygulamalar bir eğlence atmosferine dönüştürülür, sosyal statülerin, şefliklerin beyhudeliğini vurgular, samimi bir iletişim yaratırdı. Şeflerin elde ettikleri statüyle insanlığından yabancılaşmaması sağlanır, karşılıklı empatinin yolunu açardı.

Öteki gün ise şefliğine kaldığı yerden devam eder ve halkı da ona saygısını sunar, verdiği kararlar tartışmasız olurdu.

Bu uygulama ile şef toplumda suç işleyenleri cezalandırırken, dayak yemenin ne olduğunu bildiğinden kararları acımasızlık boyutuna ulaşamazdı. Veya ulaşırsa eğer; toplum bir sonraki sene yapılacak törene kadar bu durumu belleğine kazır ve haksızlık sonraki törende sahibine içten içe bir kinle geri yansıtılırdı.

Dün Burhan Kuzu konuşamadığı için Mülkiye Rektörü’nü istifaya davet ediyor. Hani biz de açıklamamızda sorumlu iktidar organlarını istifaya davet ettik ya, onun gibi…

Konuşmak isteyen gençlerin ağzının burnunun kırılması ve bir bebeğin ölümünden gocunmayan partinin hukuk danışmanı ve anayasa komisyonu başkanı atılan yumurtaları “ayıp” sayıyor. O da demokrasi dersi veriyor.

Dayak yemiş arkadaşlarının fotoğrafını taşıyan gençlere karşı empatide yoksunluk var…
  
Görmemiş iktidara gelmiş; sanıyor ki soyut uygarlığın, soyut statüleri yumurtalara, ayakkaplara kalkan olacak. Olmuyor efendiler. İnsanlıktan uzaklaşarak takındığınız tavırları, görmezden geldiğiniz ölümler ve dayakları bu şekilde gizleyemezsiniz.

Atılan yumurtalar şunu söylüyor. “Bak işte sen de insansın biz de. Konumun yüksekte dursa da, ahanda işte önümüzde duruyorsun.”

Okura söyleyeceğim; esasında atılan bu yumurtalar hala birer samimiyet göstergesi… Belki bu şaşırtacaktır ama bir de şunu düşünün; o yumurtaları atamayacak kadar iktidardan korkulabilir. Kendilerini konumlandırdıkları yükseklik eğer bize de normal gelirse, kimse yumurta falan atamaz.

İşin kötü yanı bu ya. Bu iktidar bunu istiyor.

Wikileaks; ayna tutan çocuk.

 Bu yazı 3 Aralık 2010 tarihinde Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.

Bakalım Wikileaks Türkiye’yi teğet geçecek mi?

Türkiye’nin yeni yeni aşina olduğu hukuksal zeminde, mesele belgelerle konuşmak ise; alın belgeler!

Üstelik bu belgeler henüz hiçbir şey. Dezenformasyonsa, biz de şöyle diyelim madem, “henüz milyonda bir.”

Esasında bu olaya da gözlerimizi kapardık ama belge çok işte… Üstelik yalnızca politik, askeri (sıkıcı) meseleler olsaydı sorun yoktu. Ama öyle değil. Politik ve askeri belgelerin içinde o kadar çok magazin içerikli bilgi varki tartışılmaması mümkün değil.

Birbirlerine “yandaş medya” diye çemkiren, “bildik medya” düzeni şokta. Gazeteciler, içinde bulundukları güç ilişkileriyle, neyi, nasıl yorumlayacaklarından emin değil. Gazeteci olarak sızdıramadıkları, ele geçirip nitelikli haber yapamadıkları, hortumlama, yolsuzluk vakalarının bilindiği ama buna nadiren örnek gösterildiği dahası bu sebeplerden dolayı kimseyi koltuğundan edememiş bir ülkedeyiz.  ….Kısaca Assange dünyaya gazetecilik dersi verdi.

Başbakan ise bugün açıklama yaptı. “Yok İsviçrelerde hesap numaram falan…” diye.

Dertlenme başbakan,
sen ki gurur duyduğun, Adnan Menderes’lerin, Turgut Özal’ların soyundansın, utanılacak-çekinilecek bir şey yok.

Turgut Özal nasıl “benim memurum işini bilir.” diyorduysa, ondan miras kalan Türkiye halkı senin için “bizim başbakanımız (tıpkı bizim gibi) işini bilir.” diyecektir. Bal tutan parmağını yalar ne de olsa.. Yolsuzluktan dolayı görevden alınmalar falan,  ….Biz Türkiye’de aştık bu işleri.

Yeni dünya düzeni ne diyor? Onlar ceplerini dolduracak ki zengin sınıf oluşacak, böylelikle halka istihdam sağlayacak ve dualarını alıp,  (kuru) ekmek verecek. Hala ne eleştiriliyor? Anlamak mümkün değil… Ortada yolsuzluk varsa, demir parlıyor işte,    ….Biz bunu öğreneli çok oldu.

*****

“Bildik medya”da bu durum, “Ne, kimin işine yaradı – kime, ne yaramadı” üzerinden, sabit kutuplar içinde tartışılıyor. Anlayacağınız hala aynı tas, aynı hamam,   …bozuk plak gibi.

“Bu olay her şeyden önce, devlet, vatandaş ve medya arasındaki ilişkilerde iki yüzlülüğü göstermesi bakımından bariz bir skandal.” diyor Eco. Haksız mı?

Tabi bilinen köy kılavuz istemez misali, en güzel haber Zaytung’dan geldi. Berberler ve taksiciler “bunlar hep bildiğimiz şeyler. Biz söylüyorduk” demiş. Umberto Eco ile Zaytung aynı dili konuşmuş.

Yani şunu söylemişler;

Devletlerin katil olduğunu bilmiyor muyduk?

Yolsuzluk, adam kayırma, kardeş kardeş ihale paylaşımlarının içindeki diplomasiyi yakından gördük, ama bilmiyor muyduk?

Birilerinin terörist ilan edilmesine, üçüncü sınıf Amerikan aksiyon filmlerindeki gibi gemide, otelde, gökdelende sebepsiz insan öldürmesi neden olmuyormuş. Herkes, her an terörist ilan edilebilirmiş. Tabii bu anlamda teröristin bir anda kahramana dönüşmesi de mümkündür, ki bunu bile biliyorduk aslında…

Parlamentolarda oturanların ne işe yaradığını sanki bilmiyor muyuz? Vb.

******

Bu olay, temsili demokrasilerin, derin devletlerin, onların vitrini olan medyanın ipliğini küresel anlamda pazara çıkaran sıkı bir örnek. Buradan feyz alacak olan ise yöneticilerine ağzı açık bakan yönetilenler olmalı. Kendisinden yabancılaştırılmış insanlara ayna tutan bir örnek bu. İkiyüzlülüğün pazara çıktığı… Yalnızca kralın çıplak kalması değil, kral giyinikken ona hörmet eden insanların kendisiyle yüzleşme fırsatı.

Şunu anlamak lazım, doğrudan demokrasi kendisini var etmek için parlamentolardan izin istemeyecek. Devletin şeffaflaşması, devlet tarafından asla onaylanmayacak ve buna yönelik etik girişimler dahi bu medyada haber olmayacak. Ancak bu süreç hızla devam edecek.

Anlaşılan, toplumların zihinlerinde çoktan bitmiş olan bu sistemler, kontrol ve denetim mekanizmalarını da yavaş yavaş kaybediyor. Çözülüyor…

*****

Tabi birkaç komplo teorisi de üretmeden bırakmam…

Amerika;

savaş sonuçlarını, prestij amacıyla piyasaya mı sürdü? (Kimse sesini çıkarmazsa muhtemel…)

İran’a girmek için yeni bahaneler mi yaratılıyor?

Yoksa yeni dünya savaşında kim müttefik? Kim değil? Ya da ittifak oluşturmaya yönelik piyasa araştırmaları mı başladı?

Yoksa yoksa uzaylılar, Nasa vb.

muhabbetle…