Kehanetler… Fırsat bu fırsat döktürmeli…
Bir zamanlar bilgi sahibi olmanın anlamı geleceği görme yetisiyle aynıydı. Hatta o çerçeveden bakınca 200 yıllık sosyal bilim çalışmaları bir anda koftileşiyor. “Varsa yoksa geçmişi eşeleyen, ölçen, tartan bilimin ne anlamı var ki?” diye sorulması muhtemel. Sağolsun Foucault Amca ömrü boyunca, varını yoğunu koyarak, bir kamyon tersten kitap yazarak, olayı geçmişten çıkarıp anca “şimdi”yi tartışmak gerekliliğine getirebildi. Anlayan anladı, anlamayan anlamadı.
Gelecek bilinebilir mi? Geleceği bilemeyecek ne var? Günümüz zaten plan-program çağı olmuş; bir hafta, bir ay, 3 ay, 5 ay derken ajanda doldurmayı biliriz ama gelecek bilinir mi denince herkes ahkam keser. Gelecek bilinemez diye. Rasyonel tarafları şişer, rasyonalite budalalarının…
Yahu gelecek bilinemez olsaydı Amerika’nın petrol şirketi Antarktika buzullarının altındaki petrolü almak için şimdiden imzayı atar mıydı? Belli işte buzulların eriyeceği… ama eridiğinde bunu göremeyecek milyarların olması da pek muhtemel…
Devletlerin, şirketlerin 30 – 50 yıllık kalkınma stratejileri varken ve bunların oluşturdukları karteller dünyadaki geniş kitlelerin ümmüğünü sıkmış, masal masal içinde anlatırken, kitlelerin nasıl hareket etmeyeceklerini biliyorlarsa, gelecek de o kadar basit biçimde bilinebilir.
40’lı – 50’li yıllarda sosyal bilim camiası, etnik ve dini motiflerin insanları manipule ettiğini bariz gerçeklik olarak kabul ettiğinde ya da bilim insanları komunistleştiğinde, Amerika’da üniversitelerin içinin boşaltılması ya da komunist avı da başlamıştı. Neden? Çünkü devletler ve şirketler geleceğin kendileri için pek de aydınlık olmadığını farketmişti. Şimdi ise tüm dünyada akademi iktisatçılık oldu. İktisatçılık ise yanlış anlaşılmasın Marxist “sermaye paylaşımı”ndan değil, Keynesyen “rekabet ve altta kalanın canı çıksın” düşüncesinden hareket ediyor… Tam da istenildiği gibi… Çünkü gelecek bilindiği kadar kurgulanmaya da müsait.
Gelecek, geçmişte de bilinmiştir. Aynı stratejiler, örneğin 1. Dünya savaşı, tee 1890 yılında anlaşmalarla sabitlenmiş, 25 yıl sonra başlayacak petrol savaşları için ittifaklar kurulmuştu…. Ama gencecik çocuklar iman gücüyle ölüme koşturulduğunda bu anlaşmalardan habersizdi.
Baudrillard 1980 yılında artık tamamen kurgulanmış yeni bir çağa girdik derken yaşadığımız science-fiction dünyayı tarif ediyordu. Post-modern cümlelerle…
Velhasıl gelecek bilinebilir.. Burası anlaşıldı herhal…
Eh madem öyle, 2011 kehanetlerimi ayrıca seçim ve anayasa yorumumu yapayım…
Dinle okuyucu bu paragraflarda hakikati bulacaksın.
Meclisten silah yasası geçti. Herkes beş tabanca, bir pompalı tüfek sahibi olabilecek, bunlardan ikisini belinde taşıyabilecek. Ee peki gelecek? Bunu bilemeyecek ne var? Sahnede silah varsa patlar, patlamalı!…
Geleceği Burhan Kuzu da haber verdi. Yediği yumurtalardan aldığı protein aklıyla, gençlere nasihatinde “protesto etmeyin, yazıktır size. Yok ille de protesto ederseniz dayağı yer oturursunuz” dediğinde, bu sözü dinleyen kitleler tonton bir öğütçü görüyorlarsa yazık. Çünkü aslında Kuzu, sopasıyla geleceği gösteriyor.
Daha faşist bir savunma bakanı savunmamız güçlensin diye, daha ehil bir eğitim bakanı gençleri evcilleştirmek için, daha bayan bir aile bakanı kadınları hanımlaştırmak için, daha adil bir adalet bakanı hakkını isteyene, diğerleri isteyemezken, eşitlik sebebiyle kendi hakkını da isteyemeyeceğini öğretecek.
Bu yıl yine devlet kendi vatandaşını öldürüp, savaş uçağından çekilen bombardıman görüntüleriyle reklamını yapıp başka ülkelere silah satma kaygısında olabilir ya da eski görüntüler aracılığıyla bu yılı sadece pazar ekonomisine yönlendirebilir.
Gelelim seçime…
Seçim zamanı yaklaşırken koca bir seçim rüzgarı esecek, sanki hala farklı bir şey olabilirmiş gibi bir duygu ile insanlar tv üzerinden hipnotize edilecek. Seçim anketleri bildik tv ve medya aygıtlarında, bir o şirket, bir bu şirket tarafından küçük farklarla tartışılır ve “yok onunki doğru, yok bununki yanlış”, “ama daha kararsızlar var” derken, seçim sonuçları açıklandığında herkesin zaten bildiği gelecek, tekrar karşımızda olacak. Seçimler yaklaşırken yeni anayasanın herkesi kucaklayacağını gırla ve hiç durmadan şiirlerle süsleyerek anlatan Tayyip ve saz ekibi, seçim sonucunda tek başına iktidar olacak. O süreçte ilginç sürprizler nedense hep AkP iktidarına yarayacak.
Öteki günlerde ise “yahu anayasa için ille de batıya bakmak zorunda değiliz” diyecekler. “Batı zaten çöktü” diyecekler. “Avrupa Birliği’ne ne ihtiyacımız olacak bea” diyecekler. Yok Malezya’nın anayasası, yok Afganistan, yok Brezilya, yok Çin derken bizim kendi örf ve adetlerimiz gereğince “kendi anayasamızı kendimiz yazarız huleeen, kimseden akıl almamıza gerek yok” diyecek ve ilk maddesinin kalkınmak olduğu, her Türkün asker doğduğu, gelecek nesillere gül bırakmalı falan fişmekan diyerekten, “Türk milleti kemer sıkmasını en iyi bilen millettir.” ilk madde olacak. Derken Fethullah’ın underground kayıtları, Atatürk söylemleri, İsmet İnönü, Ecevit, Musa, İsa, Muhammed derken bu paradigmanın mükemmel olduğu alınan referanslar ölçeğinde, tarihsel söylemlerle de kesinleşecek. Kimsede niye bunları referans aldın diye soramaz. İsimlere baksanıza…
Ağzı açık olayı izleyen vatandaş, sabah 6:00’da kalkıp işine gitmesi gerektiğinden ve akşam yorgunlukla aynı tartışmanın Sansürcü Yiğit Bulut versiyonunu izleyerek gözleri kapanırken belki inceden Yeşil Gazete’nin fısıltılarına ulaşabilecek. Ama naparsın ki maval gelecek.
Yahu çok üzüldüm, çok pesimist oldu. Okura yazık.. Azcık da umut, teselli lazım. Belki bir söylem değişir, gelecek değişir. Belki dil gerçeği yaratır. Gerçeği değiştirir.
İnceden inceye dünyanın geleceğine umut bağlamıyor değilim. Bu belki gerçek, belki oksijenin kafa yapıcı etkisidir ama bazen iyi şeyler de oluyormuş gibi geliyor. Size de öyle geliyordur. Bazen yani,… arada bir,…. ve çoğunlukla sıkı bir nefes aldıktan sonra…
Şahsen nefes almalarım, iktidar kuklalarının hikayesini dizi tadında izlerken beliriyor. “Eneee, bunların bildik kalitesiz dizilerden farkı yok” dediğimde, bir kahkaha patlatıyorum, rahatlıyorum. Nietzsche aklıma geliyor. “Güldürmeyen hakikat, hakikat değildir.” diye. Heh tamam işte bu adamlar esasında gerçek değil, bu felaketler de bir o kadar…
2012 yılına taşar mı bilmem ama 2011’de Fethullah Gülen’in aslında 7 sene önce ölmüş olduğunu öğreneceğiz. Tayyip’inde aslında bir bilgisayar programı olduğunu, meydanlarda attığı duygu dolu ama alabildiğine asabi nutukların dublörler tarafından oynandığını öğreneceğiz ya da bu şekilde düşünmenin daha anlamlı olacağını…
Bu adamlara 2011 yılında daha fazla gülüp, nasıl bu kadar uyduruk olabildiklerine daha fazla şaşıracağız. Onlar tv kahramanı olmaya devam etsin, insanlar yedikleri gıdaların tat vermediğini bu sene daha çok teyit edecek. Sürekli borçlu yaşayan insanlar, “Allahım benim ne günahım vardı?” diyecek. Üzücü belki ama Allah’tan hayır gelmediğini biraz daha farkedecek.
Yok salgın hastalık, yok temiz su sıkıntısı, ne içerdiği bilinmeyen gıdalar derken, sistemden kaçmak isteyenler, kaçılacak yerlerin de zaten satılmış olduğunu, değil nehir, dere bile kalmadığını farkedecek. Şehirlerde ise bu yıl temiz hava satışı başlayabilir. Daha doğrusu temiz hava satışını gerçekleştirecek mekanizmayı kursalar, Keynesyen ekonomi anında havaya zehir saçmak gerektiğini bilimsel anlamda ortaya koyar.
Bu felaketten kurtulmak isteyen insanlar, yine bir kurtarıcı beklerken “yahu ne çekiyorsak zaten kurtarıcılardan çekiyoruz”u biraz daha farkedecek.
Sırf marjinallik olsun diye marjinal olanların, yaptığı eylem ve söylemlere biraz daha kendisini yakın hissedecek. Kuklaların kokuşmuşluğunu farkeden insanlar marjinallerin saflığına biraz daha samimiyet duyacak. “Bari bende bi şekil marjinal olayım” diyecek. Çok marjinal bir istekle mesela “dereler özgür aksın” diyecek. cıkcıkcık…
Herşey yavaş yavaş olacak. Felaketlerin içinde radyoyu, tv’yi biraz daha kapatacağız. İntenette sosyal paylaşım sitelerinde her insanın farklı olduğunu, her düşünce biçimine saygı duyulması gerektiğini isteyerek veya istemeyerek öğreneceğiz. İnsanlar biraz biraz sosyal derneklere gidecek, elin cemaati hiç kaynak sıkıntısı çekmezken, renkli ve farkındalık uyandıracak bir eylem için balon alacak paranın olmadığını görecek çağdaş sosyal derneklerde.
Felaketler gümbür gümbür gelip, hem Türkiye’de hem dünyada korku imparatorluğunu teyit ederken, insanlar kendi basit ve sıradan insanlıklarını kabul edecek, üzerine bastığı dünyayı biraz daha duyumsayacak. Yüzünü güneşe dönecek. Dünyanın her tarafında yükselen yeşil düşünceyi destekleyecek. Liderlerden, sultanlardan bıkmışlığıyla doğrudan demokrasinin anlamını farkedecek, sürdürülebilir bir dünya istediğini haykıran insanların sınır ötesi mücadelesini duyumsayacak.
Çünkü tek umut bu.
Bu yazı 30 Aralık tarihinde "Yeşil Gazete - 2011 Kehanetleri" özel dizisinde yayımlanmıştır.
.